Kendi refahını zenginleri huzura kavuşturmak pahasına kaybeden toplumlar. Kapitalist bir düzende egemenlik milletin midir? İşini, evini, ekmek teknesini ve hayatını kaybeden insanlar.
Nasılsın benin ekonomik olarak sınıf atlayamayan okuyucum? Ömrünün çok uzun bir kısmını çalışarak veya çalışmaya çalışarak geçiren dinleyicim. “Evet, bu güne kadar böyle gelmiş olabilir ama bundan sonra böyle gitmesin” diyen dinleyicinin nasılsın?
Bu bölümün başlığını “Fakire ekmek yoksa zengine huzur yok!” diye koydum. Bu slogan yakın zamanda Kolombiya’da başlayan halk ayaklanmalarında en çok kullanılan slogan haline geldi. Gel seninle birlikte bakalım. Bizler, emeğini satarak geçinen insanlar olarak veya o insanların çocukları olarak nasıl kendi refahımızı, zenginleri huzura kavuşturmak pahasına kaybettik.
Çoğu yayında yaptığım gibi bu yayında da sana bir soru sorarak başlayacağım. Soru şu;
Kapitalist bir toplumda egemenlik milletin midir?
Yani toplumun mudur? Kafamızı çevirip insanlık tarihine baktığımızda, köle efendi düzeninde egemenliğin yarı insan yarı tanrı krallara, hanedanlara veya arasında kan bağı olan insanlara ait olduğunu, az bir insan zümresine ait olduğunu görürüz.
Ardından gelen düzende ağa ve maraba düzeninde topraksız köylülerin kendi egemenliklerini, o üretimden gelen bütün diğeri teslim ettikleri ağalarına, derebeylerine verdiğini görürüz ve ne yazık ki ama ne yazık ki bugün içinde yaşadığımız toplumlar da kendi egemenliklerini, üretimden gelen bütün değerle birlikte kapitalistlere, nüfusun çok az ve mutlu insan kesimini oluşturan küçük bir zümreye veriyor.
Peki biz bu noktaya nasıl geldik? Dünya halkları olarak Fransız devriminin o bütün insanları kardeşleyen, eşitleyen, hukuk karşısında aynı ölçüde eşit ve aynı gören bütün o kazanım nasıl oldu da birinin ötekinden “daha da eşit” olduğu bir hale geldi.
Bunun basit bir cevabı var. Bizler, sıradan insanlar olarak anladık ki bu bahsi geçen kardeşlik ve eşitlik ancak sömüren ve sömürülenin olmadığı, sınıfların olmadığı, fakir-zengin ayrımının olmadığı bir toplumda mümkün.
Evet, biliyorum, bugün nüfusu birkaç milyon olup içerisinde sömürü var olduğu halde birer iyi ücretli köleler düzeni kurmuş ve kapitalizme entegre toplumlar olarak yaşayan bazı ülkeler var. Fakat ben hiçbir yayında bir kapitalist devleti başka bir kapitalist devletle kıyasladım, yarıştırmadım.
Fakat bu demek değil ki daha önce asla ama asla bu yanlışa düşmedim. Ben de çok uzun bir dönem vahşi rekabet engellenebildiği takdirde, sömürü engellendiği takdirde “ehilleştirildiği” takdirde kapitalizmin senin-benim gibi sıradan insanlara refah ve kalkınma getireceğini düşündüm.
Ta ki kapitalizmin nasıl çalıştığını anlayana kadar…
Özellikle bu pandemi döneminde, aşının yeteri kadar üretilip her isteyen vatandaşa ücretsiz bir şekilde ulaştırılması önündeki engelleri tartışırken bazı şeylerin ayyuka çıktığını gördük. Ne ilaç şirketlerinin ne de kapitalist devletlerimizin, seni-beni bizi yaşatmak gibi bir kaygısı yok. Onların derdi bizim hayatta kalabilmemiz (ki hayatta kalmakla yaşamak arasında devasa bir fark var) ki ancak bu sayede işlerimize gidebilelim. Yine kendimizi sömürtmeye devam edelim ki hep bahsettikleri gibi “ekonominin çarkları dönsün”.
Hepimizin kafasına dank etmiş olacak ki iyi bir düzenin, iyi işleyen bir ekonomik modelin kalitesi önemli anlarda belli olur. Evet biliyorum, etrafımızda iyi, önleyici ve kaliteli bir sağlık hizmeti göremediği için ölen insanlar var. İşini, evini, ekmek teknesini kaybeden insanlar var.
Hatta kendi canına kıyan bir sürü insan var. Fakat soru şu, bu durum bu güne ait bir problem mi yoksa çok uzun yıllardır zaten bu can sıkan bu problemlerin hepsini yaşıyorduk da yavaş yavaş bunu fark eder hale mi geldik. Bence bu ikinci söylediğim çünkü kıymetli okuyucum aslında dünya halkları olarak hep beraber tanık olduğumuz şey, düşüncenin liberal tabirle “serbest dolaşımı” ve ortak kullanımı gibi değerler söz konusu kâr etmek olduğunda pek de mümkün değilmiş.
Misal. Birbiriyle işbirliği yapmadan, fikir ve araştırma paylaşımında bulunmadan, “kim daha önce piyasaya mal sürecek” kaygısıyla ve kârın büyük kısmını kim kapacak kaygısıyla aşı üretmeye çalışan kapitalistleri düşün.
Sonuçta bu aşıların üretilmesini sağlayan şey bir formüli bir bilgi. Fakat bizler öyle aptal bir düzen içinde yaşıyoruz ki bu düzende fikir denen şeyin mülkiyetinin-patentinin, aşı denen şeyin ise aynı şekilde mülkiyetinin-patentinin olmasına kapitalistler “olur.” gözle bakıyorlar.
Peki ürettikleri o aşıları o değeri kapitalistlere kaptıran bilim insanlarıyla senin-benim durumum arasında nasıl bir benzerlik var? Tam bu noktada o ürettiği bütün değeri sermayedarlara, kapitalistlere kaptıran, sırtından geçinilen insanlara dair bir örnek vermek istiyorum.
Sırtından geçinilmek
Örneğin bir ay sonu normalde sana gelen elektrik faturasının tam on katı bir faturanın evine geldiğini hayal et. İlk düşüncen ne olur? “Burada bir yanlışlık var, bu kadar elektrik harcamam ki” dersin. Sonra ne olduğunu merak edersin ve bir elektrikli çağırırsın. Adam elektrik saatlerinin olduğu yere gidip bir bakar ki komşun senden kaçak hat bağlamış ve seni bir güzel sömürmüş.
Öfkelenirsin, haliyle sinirlenirsin “ulan sen misin bunu yapan, sırtımdan geçinen hırsız!* dersin ve gidersin komşunun kapısına dayanırsın. Peki bu örnekle neyi anlatmak istiyorum? Şimdide bu örneğin farklı bir versiyonuna seninle birlikte bakacağız.
Senden çalışarak geçinen bir bireyi düşünmeni istiyorum. İş yerine giden. Haftanın 5 bilemedin 6 günü çalışan, günde on saate yakın çalışan ve çalıştığı her gün bir ötekini, bir başkasını, bir sermayedarı zengin etmek için, onun servetine servet katmak için çalışan bir insanı düşünmeni istiyorum.
Bu insan iş yerine gittiği zaman kendisine ürün veya hizmet olsun: Ne üretileceği, nasıl üretileceği, hangi şartlarda üretileceği, hangi teknolojilerle üretileceği, nerede üretileceği, ne zaman süresince üretileceği ve üretilen değerle ne yapılacağı konusunda hiçbir şey sorulmayan bir çalışanı düşünmeni istiyorum.
Bu insan sensin, bu insan biziz. Eğer çalışmıyorsan da yarın öbür gün çalışma hayatına, emek piyasasına girdiğin zaman bu insan sen olacaksın. Gözlemleyeceğin şey şu olacak ki, haftanın 5 günü, 6 günü böyle bir zorbalıkla çalıştırılan, emek sahasında, iş yerinde egemenlikten uzak ve söz söyleme hakkından mahrum şekilde çalışmaya çalışan o insanlar ile, işte o az önceki örnekte vermiş olduğum ve sırtından geçinilen, beraberinde yüksek bir fatura bedeli ödemek zorunda kalan insanlar gibi ne yazık ki ama ne yazık ki kendini sömüren kişilerin kapısına dayanmıyorlar, dayanamıyorlar.
Bunun birden fazla sebebi var. Benim burada en tehlikeli gördüğüm sebeplerden bir tanesi zaten o kapısına dayanması gereken insanlara ve o insanların sömürü düzenine karşı öfkeli olması gereken toplumun, tam aksine o bireyleri ve o bireyleri yaratan bu düzeni içselleştirmiş ve övüyor olmalarıdır.
Parmakla gösterip başarılı bireyler olarak adli etmeleridir. Haklarında övgüler dizmeleridir. O insanları birer hayırsever veya topluma faydalı bireyler olarak görmeleridir.
Halbuki kaçak elektrik bağlantısıyla sırtından geçinen o komşuyla, yine emek sahasında sırtından geçinen o kapitalist arasında temelde hiçbir fark yoktur ve bu öyle bir çelişkidir ki sen-ben ömrümüz boyunca hakkımızı alarak değil, hakkımızı arayarak değil, çok çalışarak, çok emek sarf ederek o insanların sözde konumlarına ulaşabileceğimize inandırılmışızdır.
Halbuki biz biliyoruz ki ne teoride ne de pratikte böyle bir düzende herkesin patron olma şansı, imkanı, sermayesi yoktur.
Çalışmak güzel şeydir, herkes çalışacaktır ama bu düzende bizler çalışanlar olarak refaha kavuşmak değil, hayatta kalmak pahasına o insanlara kendimizi sömürterek yaşıyoruz.
İşte o yüzden, o sevmediği işleri yapan, üzerine eğitim aldığı değil, sırf farklı bir sektörde para var diye alakasız sektörlerde mutlu olmadığı işlerde çalışan, yani hayatta kalmak için, sevmediği işlerde emekli olana kadar 45-50 sene çalışmak zorunda kalan bizler elbette şunu içten içe biliyoruz.
Hayatta kalmak ve yaşamak arasındaki fark
Zengin olmak içni çalışmıyoruz. Öyle 9-5 çalışıp zengin olabilecek kimse de yok zaten aramızda. Öyle olsaydı zengin olurduk. Yaptığımız şey tamamen günü kurtarmak veya ayı kurtarmak. Hali hazırda evli miyiz veya ileride bir yuvamı kurduk, bu sefer kendimizden geçiyoruz ve çocuklarımız için daha iyi bir gelecek hazırlamak uğruna her gün bu zorbalığa, bu işkenceye boyun eğmek zorunda kalıyoruz.
Tekrar söylüyorum. Çalışmak çok güzel ve onurlu bir şey ancak hakkını aldığın zaman. Bizler öyle yığınlar haline geldik ki, bir toplumda dediğinin ortak çıkarları, ortak amaçları olur. Fakat yetişkin ömrünün geçtiği o okullara, o iş yerlerine, atölyelere, fabrikalara, ofislere baktığın zaman sürekli ama sürekli rekabet içinde olduğun insanları, rekabet ettiğin çalışma arkadaşlarını görüyorsun.
Toplumun kendisine bakıyorsun, orada da bireysel çıkarlarını toplumsal çıkarların önüne alındığı bir yığın görüyorsun. Okullar inşa ediyoruz. O okulların etrafına demir çitler, teller ölüyoruz. Kimi kimden koruyoruz… Çocukları toplumdan mı, toplumu çocuklardan mı?
Mesela şu mümkün değil mi? Gerçek manada özgür olduğun, ürettiğim değere egemen olduğun ve haliyle de bir sınıf olarak sivil ve siyasi örgütlerinle kendi çıkarlarını savunabildiğin, gerçek manada temsil edildiğini hissettiğin, çalışmadan kazanmanın övüldüğü değil, yerildiği, sınıf ayrımına ve sömürüye maruz kalmadığın, içinde gerçek manada özgür yaşayabileceğin ve çocukların, neslini kendisine emanet edebileceğin bir toplum ve düzen yaratıp yaşamak mümkün değil mi?
Elbette mümkün. Ben zamanla şunun da farkına vardım ki kapitalizmin kendisine refah ve zenginlik getireceğine inanan, sınıf atlamasını sağlayacağını inanan birisini alıp bir projeksiyonun karşısına oturtsak ve bundan 20 yıl sonra böyle giderse nasıl bir hayata, hem kendisi hem de çocukları için nasıl bir dünyaya sahip olabileceğini göstersek, ertesi gün insanlar “fakire ekmek yoksa zengine huzur yok” deyip ayağa kalkarlar.
Evet. Köle-efendi ve ağa-maraba düzeninde bu çok zordu. Eskiden egemen sınıflar şatolarda, saraylarda yaşıyordu ve orada nasıl bir zevkin döndüğünü görmek çok da mümkün değil ama bugün sen-ben her ne kadar gizlemeye çalışıyor olsalar da bu nüfusun az ve mutlu insan topluluğunu oluşturanların nasıl bir lüks içinde yaşadığını, patronların, sermayedarların nasıl bir lüks ve sefa içinde yaşadıklarını az da olsa görebiliyoruz.
Peki senin-benim için akla yatkın olan şey ne? Bir gün öyle yaşayacağını hayal edip ömrüm boyunca sömürülmek mi yoksa düzeni değiştirmek mi? Üstelik başka bir. Dünya ve hep birlikte kurtuluş mümkün.
İlk Yorumu Siz Yapın