Üretim maliyetleri, zamlar ve enflasyon canavarı, stokçuluk, zenginlere giden faizsiz krediler, değer saklamak kaygısı ve kapitalizm,
Transkript
Nasılsın? bu bölümde seninle ucuz etin yahnisinden konuşacağım. Biz o yahni çok uzun süre yedik. Halk olarak, geçimini çalışarak sağlayan insanları olarak gel birlikte bakalım. Hem üretirken hem de tüketirken bize o yahni nasıl yedirdiler?
En başta belirtmek istediğim şey ucuz etin yahnisinin nasıl sofralarımıza geldiği. Öncelikle sen-ben emekçiler olarak ister bir ürün istersen de hizmet üretiyor olalım ürettiğimiz şeyin kalitesinin ne olacağı konusunda, hangi standartlarda üretileceği konusunda ve girdi maliyetlerinin ne olacağı konusunda en ufak bir söz hakkına dahi sahip değiliz.
Genelde bu maliyetler patronlar, işverenler, yani kapitalistler tarafından hesaplanıyor. Haliyle kapitalist bir işletmede en büyük kaygı maliyetleri indirgemek ve kârı maksimize etmek olduğu için günün sonunda ister yenecek gibi olsun, ister yenmeyecek gibi olsun ucuz etin yahnisi soframızda buluyoruz.
Yani ucuz etin yahnisi diye anılan bu dandik çıktıyı isterse bir ürün istersen de bir hizmet olarak günün sonunda karşımızda buluyoruz. Peki madem o dandik ürünlerin veya hizmetlerin üretilmesin de söz hakkı sahibi değiliz. O halde bir de mevzu ya tüketiciler açısından bakalım.
Bu sana-bana dandik ürün satan kapitalistler, ürünleri dandik olduğu halde pahalı olduğunda ne diyorlar? Buna birkaç örnek verelim. Mesela şu cümleyi kesinlikle bir kapitalistin ağzından duymuşsundur; “ya ben ne yapayım… bu malı üretirken kullandığım ham maddenin fiyatı arttı be abi, biliyorsun dolarla alıyoruz ve haliyle bu da zam olarak yansıyor piyasaya”.
Sana sorum şu, uzak bir zaman değil 2020’nin Mart ayında neredeyse büyük üretim sanayinin bütün dallarında kullanılan bir ham madde olan petrol, yaklaşık varil fiyatı 6 $’a kadar düştü ve birkaç ay öyle kaldı. Hatta varil fiyatı depolama maliyetinden daha ucuz olduğu için petrol alıcılarına petrol aldıkları zaman ücret dahi ödediler.
Peki sorum şu, son kullanıcı olarak halk olarak biz neden fiyatlarda bir indirime ve alım gücümüzün arttığı gibi bir durumla karşılaşmadık? Demek ki bu söylem de kapitalistlerin kullandığı bir zırvadan ibaretmiş.
Ham madde
Ham madde fiyatları düşüyor ama malın veya hizmetin fiyatı asla düşmüyor. Bütün fiyatlar her nedense yıllar boyunca sürekli artma eğiliminde. Ancak senin ve benim kazancım ya enflasyon denen canavarın pençesinde ya da bu zamlarla birlikte eriyor. O halde ne diyelim? Takke düştü kel gözüktü, yani kapitalizm öyle sana-bana anlatıldığı gibi işlemiyor. Ortada farklı bir dümen var.
Burada sermayenin ne istediğini, kapitalin ne istediğine beraber bakalım. Şu soruyu soralım, sermaye ne ister? Mesela sermaye gerçek manada demokrasi ve özgürlükler mi ister yoksa istikrar mı ister?
Bunun için tarih laboratuvarına gidip serbest piyasa ekonomisine geçmiş ülkelere bakmak lazım. Ortak olarak fark edeceğin şu olacak ki, yönetim tarzı ne olursa olsun sermaye ancak ve ancak kendine zarar gelmeyeceğinden emin olduğu yerleri seçiyor. Böyle ülkelere gitmek istiyor.
Başta bir diktatör varmış, padişah varmış, general varmış veya siyasi bir kukla varmış… Sermayenin umurunda değil. Onun tek istediği üretim maliyetlerinin, işçi maliyetlerinin azalması, işçi haklarının törpülenmesi, grev hakkının önüne geçilmesi ve adeta şirket gibi yönetilen bir ülkeye ve düzene sahip olmak.
Sermaye bunu buldum. Sıcak paranın, tatlı paranın anında oraya aktığını görürüz. Aynen birçok kapitalist ülkede ve seninde içinde yaşadığın ülkede olduğu gibi. Tabi az bir insan topluluğu için mutlu geçen zamanları bize nasıl pazarlar? Ülkemiz şahlanıyor, memlekete para giriyor, yırttık, voleyi vurduk, yüzde 5 büyüyeceğiz, yüzde 10 büyüyeceğiz…
Oturup kimse sana kaynakların sınırlı olduğu bir dünyada büyümenin sınırsız olamayacağı gerçeğini söylemez. Yani adeta bir kumarhane gibi işletilen bu düzen, ancak birilerinin küçüldüğü ve kaybettiği, sonrasında da birkaç istisnanın büyüdüğü bir düzen haline gelmiş durumda.
Yani sen-ben hiçbir zaman bütün ülkelerin aynı oranda, aynı zamanda ve istikrarlı bir şekilde büyüdüğünü göremeyeceğiz çünkü bir ülkenin üretim yaparken diğer ülkenin pazar konumunu koruyor olması lazım. Aynen sermayenin emrettiği gibi, aynen “Mum Işığında Yaşıyorum” isimli bölümde anlattığım gibi birilerinin müşteri, birilerinin de satıcı konumunda olması gerekiyor bu düzende.
Peki bu düzende müşteri olarak görülen sen ve ben, birer yurttaş olmaktansa, üretime dahil olmaktansa, üretim seferberliği ilan etmektense, sürekli tüketime alıştırılmış ve kendi almadığı kararlardan ötürü pahalılık ve enflasyon denen canavar ile varlığı kendisinden alınan haklar bu duruma nasıl geldi?
Bunun başlıca birkaç sebebi var. Biz ne biliyoruz? Ortada bir kaynak kıtlığı yok. Tam aksine, kaynakların adil olmayan dağılımı var. İkinci olarak da ihtiyaçlarımıza göre değil, taleplere göre ürettiğimizi biliyoruz ve mümkünse en çok parayı verenin, en çok fiyat çekenin taleplerine göre.
Stokçuluk ve Biriktirme Alışkanlığı
Fakat burada başka bir faktör daha var. Bu enflasyon kadar önemli bir gerçeklik. Bunun adı stokçuluk. Yani bazen ihtiyaç olunan bazen de ihtiyaç fazlası ürünlerin kısa vadede kapitalistlerin zararına da olsa uzun vadede daha fazla kâr getirmek üzere kapitalistler tarafından depolanması.
Adeta altın, gümüş gibi bir değerin senin-benim tarafından, halk tarafından uzun vade için saklanması gibi.
Şimdi. Yazının başından beri anlattığım şeyleri işin içine katarak beraber düşünelim. Bizler üretimin hala toplumsal bir nitelik taşıdığı bu zamanlarda üreten kesimler olarak nasıl soyuyoruz, nasıl fakirleşiyoruz?
Değer Hırsızlığı
Bunun ilk bölümden beri kimler tarafından yapıldığını sana anlatıyorum. Kapitalistler ve onların köleleri yönetmekle sorumlu olan köleleri yapıyor bunu. İş yerinde üretime geçiyoruz, fakat söz konusu ürettiğimiz değerin meyvelerini toplamak olduğunda bu meyvelerden alıkonuluyoruz ve bu meyveler sana-bana geri gelmiyor.
Vergiler
Az biraz üzerinde kontrolümüz var, o da yasama meclisine seçeceğimiz parti vekilleriyle üzerinde hak iddia edebileceğimiz kanunlar olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim bu vergilerde sana bana geri gelmiyor çünkü içinde bulunduğun ülke dahil bütün kapitalist ülkelerde bu gelirlerin çok büyük bir kısmı ister borçlu olan devletlerimiz tarafından borçların alındığı küresel yapılara gidiyor, istersen de halkı bankalara borçlanmış bir ülkede olduğu gibi yine o borç ödemelerinden kaynaklı bütün para finans kapitaline, finans elitlerine gidiyor. Buradan doğan değerinde, yani bizden vergi olarak veya borç olarak çıkan değerinde bize geri dönüşü yok. Eğer geri dönüşü olsaydı sen-ben bugün altyapı kaynaklı tüketimler yaparken elektrik, su, ısıtma kullanırken bunun doğrudan yansımasını gördük. Alım gücümüzün arttığını fark ederdik. Fakat böyle bir şey söz konusu değil.
vergiler borca gidiyor
Enflasyon
Bunun da üzerinde bir kontrolümüz yok, isterse merkez bankasına “söz geçirebilen” bir iktidara sahip ol, istersen de merkez bankasını küresel elitlerin kontrolüne kaptırmış ol, sonuçta büyük para babalarının aldığı faiz ve para basma kararları birebir olacak şekilde senin de içinde bulunduğun ülke dahil bütün ülkelerde uygulanıyor.
Buna 2008 krizini örnek vermek çok ama çok yerinde olur. O krizde ne oldu? Amerikan Merkez Bankası para basmaya başladı. Beraberinde Avrupa Merkez Bankası onu takip etti ve diğer bütün ülkelerin bankaları kendi halklarını borçlandırmak pahasına devasa ölçekte paralar bastılar.
Unutma. Para bir senettir. Örneğin sen 50 paraya sahipsen bu aynı zamanda etrafındaki insanların 50 paralık borç senedine sahip olduğun için, sana 50 birim mal veya hizmet borçlusu olduğu anlamına gelir.
Fakat bakıyoruz ki basılan devasa ölçekte paralar önce bankalara yine o bankalardan da kredi puan yüksek kapitalist toplumun ideal bireyler olarak görülen “müteşebbis” ve “girişimci” insanlara gidiyor, zenginlere gidiyor.
Sana bana kimsenin sıfır faizle, düşük faiz oranlarıyla borç falan verdiği yok. Kriz yokken bütün meyveyi kendilerine topluyorlar. Bütün değeri bizi soymak pahasına bizden alıyorlar. Kriz varken de o güne kadar tabiri caizse biriktirebildiğimiz şuncacık değerimizi, şuncacık meyvemizi dahi elimizden almaya çalışıyorlar.
Bizde sefiller olarak bekliyoruz ki o paralar dönsün, dolaşsın ve istihdam olarak karşımıza çıksın, iş fırsatı olarak karşımıza çıksın.
O paralar aslında ne istihdam ne de iş yaratıyor. Tam aksine zenginler tarafından varlık alımlarına ve borsalara gidiyor.
Şimdi geliyoruz bam teline, asıl meseleye. Pirince giderken evdeki bulgurdan olmaya. Malum yahni yapacaksak içine bulgur koymadan olmaz.
Biz, gariban halklar olarak, mümkün olduğu kadarınca gerek yastık altı yaparak altın veya gümüş şeklinde, gerek bankada döviz cinsinden, gerek ev veya araba şeklinde bir takım değerleri alıp biriktirmek istiyoruz çünkü şunun farkındayız, eğer biz paramızı nakit olarak bir yere koysak ve bekletsek enflasyonla birlikte yılda yüzde 20 veya 30 luk bir değer kaybı yaşayacak.
Ne yapıyoruz? Kara gün akçesi olarak, kötü gün parası olarak bir kenara sürekli biriktirme ihtiyacı hissediyoruz. Hiç düşündün mü? Senden düşünmene rica ediyorum. Vicdanlara sesleniyorum, neden biriktirmek gibi bir zorunluluğumuz var?
Beklenmedik giderler, beklenmedik masraflar, bizi belki iflas ettirecek, belki evimizden edecek ani borçlar, kriz geldiği zaman işimizden olmak…
Bütün bunlar anladığım kadarıyla seni-beni biriktirmek konusunda motive ediyor. Fakat senden şunu anlamanı istiyorum, biriktirmek gibi bir kaygı ancak kapitalizm gibi vahşice işleyen ve insan kendini güvende hissetmediği, belki her gün stres ile yaşadığı; acaba işimi kaybedecek miyim, acaba elimdeki varlığımdan olacak mıyım, acaba paramın cinsi değer kaybedecek mi gibi problemlerle yaşadığı bir düzende mümkün.
Bu durum kapitalizmin ve piyasa düzeninin sonucu. Halbuki en başta işyerinde ürettiğimiz değerden alıkonulmamak varken, faizden ve enflasyondan kurtulma imkanı varken, kriz nedir bilmeden yaşamak varken, acaba işimi kaybeder miyim endişesiyle yaşamamak varken uzun yıllardır soğan gibi soyuyoruz. Üstelik başka bir dünya ve hep birlikte kurtuluş mümkünken. ——————————————————————————–
İlk Yorumu Siz Yapın