Salgın süreci ve “sosyal devletler”. Ekonomi sözde kötüye giderken mutlu azınlıkların daha çok kâr elde etmesi. Anti-demokratik yönetim biçimleri.
Fakire hasta olmak bile yasak! Ben okuyucumun sağ duyusuna inanıyorum, içinde bulunduğun pandemi süresince gözünü, kulağını, ağzını kapatıp oturduğuna inanmıyorum. En kötü ihtimalle bile içinde yaşadığın ülkede ve dünyanın diğer kapitalist devletlerinde, halkın sağlık haklarından nasıl bilinçli bir şekilde mahrum bırakıldığını ve adeta sütü sağlam bir inek gibi nasıl sömürülüp hastalığıdan yani sırtından para kazıldığını gördüğünü tahmin ediyorum.
Bu yazıda sana uzun zamandır bahsetmek istediğim bir şeyden bahsedeceğim, bu şey aslında bir gerçeklik. Kıyısından köşesinden dahi olsa bu gerçekle, pandemi gerçeği ile muhattap olduğunu düşünüyorum.
Sen, ben hastalığa yakalanmamış bile olabiliriz hiç sorun değil. İyi ki de öyle olmuş ve devamını dilerim ama demek değil ki içinde yaşadığımız halkın büyük bir kısmı pandemiden ötürü acı çekmedi. Eğer kapitalist devletlerin bu ve ileride bunun gibi gelecek pandemilere karşı tutumları değişmezse ne yazık ki aynı acılar tekrar ve daha büyük bir şekilde yaşanacak
Peki ben konuya neresinden yaklaşacağım, elbette var olan düzen ve pandemi arasındaki ilintiyi açığa çıkarmaya çalışacağım. Belki sen bu okuyacaklarının farkına çok uzun zaman önce vardın. Gel birlikte bakalım. Kapitalizm, kapitalist devletler ve kapitalistler pandemiyle uğraşırken halk yani biz neler çektik, neler çekmedik…
Bundan sadece birkaç hafta önce Amerikan Sağlık Örgütü sigortacılık sektörünün tarihi ölçekte büyük karlar elde ettiğini açıkladı. Şimdi ben başka bir kapitalist devletten örnek veriyor olabilirim ama içinde bulunduğun ülke dahil bu yayını her nereden dinliyorsan ve yaşadığın ülkede özel sağlık ve sigorta sigorta sektörü diye bir şey varsa ister açıklamış olsunlar, ister açıklamamış olsunlar ellerinin ciddi miktarda yüksek paralar gördüğü kesin.
Biraz garip değil mi? Halk olarak çoğumuz virüsten ve ölümden adeta kaçacak yer arıyoruz, işlerimizden oluyoruz, çalışamıyoruz, kazanç elde edemiyoruz ama sigortacılık veya özel sağlık sektörü gibi bazı sektörlerden mutlu bir azınlık çıkıp müthiş karlar elde edebiliyor.
Üstelik halk olarak biz ölümden kaçarken. Şimdi, daha önceki yazılarımda da bahsettim, tekrar bahsetmek istiyorum adeta “Survivor” veya “Testere” filminde olduğu gibi hayatta kalma savaşı gibi düzenlenmiş kapitalist düzenin, vahşi kazanç hırsına karşılık senin, benim ölümden kaçış güdümden faydalanılması ve zenginlerin bundan kar etmesini ahlaki olarak masaya yatırmıyorum dahi. Benim meseleye yaklaşış şeklim bu değil çünkü, ben senin soru sormanı istiyorum, düşünmeni istiyorum.
Bütün bu soruları cevaplamadan önce sana, Milton Friedman adı verilen ve kapitalist ekonomi politikaları üretmiş olan akademisyenden bahsetmek istiyorum. Kendisi ve içinde bulunduğu Chicago Ekolü neden önemli? Çünkü o ve onun gibi bu ekole mensup ekonomistler, içinde bulunduğumuz bu berbat ekonomik düzenin üreticileri ve savunucularıydılar.
Kendisinin şöyle bir sözü var, diyor ki: “Şirketlerin, firmaların bir ahlaka sahip olması gerekmez, onlardan ahlaka sahip olmaları beklenmemelidir”. Ahlaka sahip olmaları gereken o şirketlerin sahibi olanlardır. Yine aynı şeklide kendisi diyor ki, -ki kendisi bir kapitalist-, “Eğer şöyle bir dünya olsa ve o dünyada herkes kendi karını kazanmak, elde etmek için iş yapmaya çalışsa o dünya mükemmel bir dünya olurdu”. Şimdi benim genç kulaklarım için onun bu sözleri aç gözlülüğe ve paylaşımsızlığa uydurulmuş bir vicdani kılıf.
Ama ne yazık ki onun ve geldiği ekolün, ekonomi politikaları, hem yaşayıp öldüğü kapitalizmin kalesi konumundaki ülke olan Amerikan devletinde, hem de o ülke gibi kapitalist olan ve o ülkenin başını çektiği trende bulunan diğer bütün kapitalist devletler tarafından alınmış ve uygulanmış politikalar.
Ne kadar güzel, yani diyor ki sen kendi avantajını düşün, içinde bulunduğun toplumun ve hatta kendinin gerçek ihtiyaçlarını bir kenara koy ve kar etmeye odaklan, bunun neticesinde iyi bir dünya doğurabilirsin.
Senden bir şey bilmeni istiyorum, bu ve bunun gibi kapitalistlerin laflarını, ben doğrudan sana aktardığımda “ulan öyle şey olur mu” veya “pek de mantıklı değilmiş” gibi tepkiler verip dinliyorsan bir de bu düşüncelerin bizi, halkın kendisini yöneten iktisatçılar ve ekonomi politikaları üreten kimler varsa onlar tarafından kabullenilip uygulandığını anımsa.
Saçma olan bu zaten. Yoksa çok uzun bir süre “neden bana devlet bakmıyor, beni üç beş kuruşa bu pandemi sürecinde muhtaç ediyor veya kredi borcunun altına sokuyor, hatta ve hatta işimi kaybetmenin önüne geçemiyor, tutup üstüne bu zor durumdayken sektörleşmiş özel sağlık firmalarının absürt karlar elde etmesine göz yumuyor” diye çok düşünürsün.
Yazının ortalarına doğru geliyoruz. Şimdi seninle beraber bakalım, mevzunun biraz derinine inelim. Şu soruyu soralım. Kapitalist toplumlarda kendi kapitalist devletlerinden ve işverenlerinden ahlaki tutum, etik bir dürüst sergilemeleri beklentisi nereden gelir?
Eğer Milton Friedman gibi kapitalist ekonomistleri dinlersen, sana verecekleri cevap şudur: sen ya iyi bir birey olarak doğmuşsundur ya da kötü bir birey olarak doğmuşsundur yani ya pürü pak olarak doğmuşsundur ya da bir günahkar olarak doğmuşsundur.
Bu lafın üstüne bir ekleme yapıp şunu da söylerler, “senin etik ve ahlaki duruşunu şekillendiren şey içinde yaşadığın enstitüler kurumlar ve kurumsal yapılar olamaz”. Peki bu laf doğru mu? Yani kapitalistlerin iddia ettiği gibi içinde doğduğun aile, mensubu olduğun kilise, sinagog veya cami, okumak için gittiğin okul, yetişkin olup çalışmaya başladığında çalıştığın iş yerin ve yaptığın iş, seni şekillendiriyor mu yoksa şekillendirmiyor mu?
Elbette şekillendiriyor, elbette bunların senin üzerinde etkisi var. Hem de oldukça fazla. Bu kurumların tamamı senin kendine bakış açını, topluma bakış açını, yine o kurumlara bakış açını ve insanlığa bakış açını etkiler. Peki sen içinde bulunduğun o kurumları şekillendiremez misin? Elbette. Bu iki yönlüdür, o kurumlar seni şekillendirir, sen o kurumları şekillendirirsin.
Peki bu şekillendirme anti demokratik bir hal alırsa? Şimdi gelelim bam teline. Burada sana bir soru sorarak başlamak istiyorum, örneğin: eğer içinde bulunduğun şehrin belediye başkanı, tutup dese ki “benim belediyemin sınırları içerisinde kalp hastalarına bundan sonra A ilacı değil de B ilacı satılacak durup “ya böyle saçmalık mı olur! Bu senin yetki alanında değil ki buna sen niye karar veriyorsun” diyebilirisin.
İşte tamda aynı şekilde siyasetçilerin çoğunlukla yaşam şartlarımızı ve kalitemizi belirlemek konusunda bu kadar müdahaleci olmaları ne kadar saçmaysa, pandemi gibi ve salgın gibi bir mevzuda en nihayetinde halkın, senin ve benim kalabalıkların çıkarına olmamasına rağmen karar veriyor olmaları da o kadar saçmadır. Çünkü bunu hali hazırda yapacak olan bilim adamları ve bilimsel bir yaklaşım vardır.
Fakat işte bu durum ve o insanların verdikleri bilimsel önerilerle, hükumetlerin, kapitalist devletlerin ve dahi genelde zenginlerin çıkarları çeliştiğinde ölüm pahasına iş yerlerine gönderilen krediler çekmeye borçlanmaya ve çok düşük gelirlerle yaşmaya mahkum edilen nedense hep biz oluruz.
En kötüsü de senin benim işlerimizi, evlerimizi, iş yerlerimizi yani geleceklerimizi kaybettiğimiz bu durumda birilerinin bu durumdan kar elde ediyor olmasıdır çünkü bu her şeyi kar üstüne kurgulayan, sermaye üzerine çalışan bu düzenin kaçınılmaz sonucudur. İstatistik mi istiyorsun, veri mi istiyorsun?
Lütfen interneti aç ve içinde yaşadığın ülkenin ilk 100, ilk 500 şirketinin yıl içerisindeki veya ilk çeyrekteki kar oranlarına bak. Büyük bir tezattır ki zenginlerin karına kar kazançlarına kazanç kattıklarını göreceksin. Fakat bize öyle söylenmemişti “sosyal devlet”lerde barınma hakkı, yaşam hakkı, eğitim hakkı ve bunun gibi birçok insani değer ellerimizden alınamazdı, buna çalışma hakkı da dahil.
Ne büyük bir çeliklidir ki, şuncacık ömrümde kapitalizmin doğurduğu kaçınılmaz krizlerden üç tanesini görmeyi başardım 2002, 2008 ve 2020. Sanki saatli bir bomba gibi bir gün patlayacağını bile bile ve bu patlamanın sonucunda en çok zarar görecek taraf olduğunu bile bile böyle bir düzende var olmak ve böyle bir düzen tarafından kuşatılmış olmak ne kadar acı aynı zamanda kendisinden kurtarılması son derece mümkün olan bir kabustur.
Sözde geliştirici bir rekabet vardı, toplumlar ve ekonomi aynı anda ve beraber kalkınırdı, daha çok zengin daha çok istihdam, daha çok inşaat daha çok iş, daha çok eğitim daha az işsizlik, daha fazla hastane daha az hastalık demekti, uzattılar da uzattılar…
Zenginler, kapitalistler ve kapitalist devletler halklara, sana, bana utanmadan yalan söylediler. Geldik sona, ilk bölüm ve ikinci bölüm arasında bir bağlantı kurarak yazıyı sonlandırmak istiyorum.
Hatırlarsan yazının başında şirketlerin, kurumların enstitülerin ahlaki değerleri ve etik tutumları olabilir mi diye sormuştum. Şimdi bu zamanlarda siyasetçilerden şu tür lafları çok duyuyorsundur; “ben şehirciyim, ben belediyeciyim, hesabı kitabı bilirim, muhasebeden anlarım” diyen o siyasetçileri…
Sana soruyorum, bir tarafta içinde bulunduğu ve devlet dahil yönettiği bütün kurumları adeta birer şirket gibi idare eden, kendi halkına müşteri gibi bakan kapitalistler varken. Öbür tarafta devletine, hükumetine en çok ihtiyaç duyduğu anda sömürülmekten başka bir şeyle karşılaşmayan bizler varız.
Halk olarak, ortada sınırsız kar güdüsü ve ister kendisinin, ister yönettiği kurumun sermayesini arttırmaktan başka kaygısı olmayan bu kapitalistler yönetimde olduğu sürece birer müşteri olarak yaşayıp, ilk salgında da müşteri gibi ölmeyi mi bekleyeceğiz yoksa bir şeyleri mi değiştireyeceğiz? Üstelik başka bir dünya ve hep birlikte kurtuluş mümkünken.
İlk Yorumu Siz Yapın