Bolluk zamanı biriktirme kültürü. Ağustos böceği ve karınca hikayesi. Geçim derdi.
Transkript
Sana bir soru: Beş işçi iki inşaatı sekiz günde bitiriyorsa, altı işçi üç inşaatı kaç günde bitirir? Dermişim, dermişim diyorum çünkü gerçek hiçbir zaman öyle olmadı. Hiçbir zaman o işçiler robot gibi çalışmadılar. Bu matematik probleminin içinde barındırdığı soyut çözümleme ise yine gerçekliğimizin kendisiyle asla örtüşmedi çünkü gerçek hayatın kendisi ne çalışma hayatlarımızı, ne yaptığımız işleri basit birer matematiksel formülle soyutlayıp altından kalkabileceğimiz kadar basit değildi. Giriftardı.
Bir sürü öngörülmemiş faktör var, az önce bahsettiğimiz formülden örnek alacak olursak o işçilerin daha karnı acıkacak, ayağına kiremit düşen olacak bir gün işe gelemeyecek, hastalanıp izne ayrılan olacak vesaire vesaire. Peki akla mantığa bu kadar oturmamasına rağmen iş ve işçi gücünün, emek gücünün planlanmasında hala bunun gibi soyut yöntemler kullandıklarını söylesem ne dersin?
Şimdi diyebilirsin ki, “e Sevan başka nasıl bir yöntem kullanılabilir ki?” bu matematik. “Bussines managment” yaparken bir öngörü katması için elbette bu yöntemlere başvurabilirler ama söz konusu senin, benim hayatımızı ve zamanımızı yani günümüzün büyük kısmını ve en verimli kısmını işgal eden mesai saatlerimizi satın almak olduğunda evet, o zaman da aynı şey yapılır. Çıkarına pek de uymayacak bir şekilde emeğin ve zamanın soyutlanarak formülüze edilir.
Hemen basit bir örnekle anlatayım. Yaşadığın ülkede dünyanın birçok kapitalist devlet ve kapitalist toplumunda olduğu gibi saatlik çalışma ücreti denilen minimum bir ödeme tutarı vardır.
Şimdi. Yaptığın işe ve ürettiğin değere bakılmaksızın iş veren sana der ki, “ya ben seni bir ay boyunca şu kadar saat çalıştıracağım, bunun da yasa kanun gereği ödenecek şu kadar bir miktarı var” (bunu minimumdan verebilir sana veya biraz üstünden verebilir veya iki katını verebilir, hiç farketmez) ama sonuçta senden aldığı saatlerin karşılığını ödediğini düşünür. Öyle de yapar zaten.
Ancak sen sözleşmeye imza attığın andan itibaren artık sana ödemesini yapacağını vadettiği o süre içerisinde “hangi pozisyonda hangi işi belleyeceği” onun keyfine kalmış çünkü artık sen emeğini işverenine satmışsındır.
Yine basit bir şekilde açıklayacak olursam; iki tane insan düşün, biri A büfesinde çalışıyor, asgari ücrete. Öteki B büfesinde çalışıyor, asgari ücrete. İkiside haftada 48, ayda 192 saat çalışıyor olsun ve A büfesinde çalışan işçinin işi, gözleme yapmak. B büfesinde çalışan işçinin işi ise tost yapmak olsun.
İkisi de bir saatte birer ürün üretiyor olsa, yani A büfesinde bir gözlemeyi bir saatte, B büfesindeki de bir tostu bir saatte üretiyor olsa her biri ayrı ayrı, ayın sonunda 192 tane ürün üretmiş olacak.
Peki A büfesindeki gözlemeler 10 birim paradan satılsa, B büfesindeki tostlar 50 birim paradan satılsa bütün ürünlerin tamamı satıldığında B büfesi, A büfesine kıyasla 5 kat fazla birim para toplamış olur.
Peki ay sonunda istisnasız bir ay çalışmasının neticesi olarak ne kadar ücret alacağı belli olan bu işçiler birbirine kıyaslayacak olursak biri ötekinden daha fazla mı kazanç elde eder? Elbette hayır. Neden? Çünkü üretmiş oldukları bütün değer onlara bu işverene transfer edilir, yani patrona.
Günün sorusu şu: A büfesinde yapılan iş ile B büfesinde yapılan işin arasındaki zorluk derecesi çok fazla olursa bunun sonucu olarak ne olması beklenir?
Zor şartlar altında çalışan işçilerin yine aynı geliri elde edecekleri ama daha az yorulacakları işleri tercih etmesi beklenir. Bu durumun sözlük karşılığı da tam olarak “salla başı al maaşı” dır.
Sonuçta iki büfede de işçinin ürettiği değerden kendisine pay verilmemektedir. O halde mantıklı olan nedir? Kendini öyle çokta yormayacak baş ağrısı yapmayacak bir yer bulup orada çalışmaya devam etmek ya da tam aksine kendisine ürettiği ürünün değerinden pay veren başka ve daha “iyi işverenler” bulmak.
Geliyoruz şimdi bam teline. İşte o kendisine ürettiği değerden daha fazla pay verilmesini isteyen işçi, daha iyi olanaklar sağlayan bir işveren bulsa da, sonrasından ondan da daha iyi verenini bulsa da, ondan sonra ondan da daha iyi vereni bulsa da, hiçbir zaman ürettiği değerdeki büyük bi paya veya tamamına asla sahip olamayacak çünkü işçisinden farklı olarak tek avantajı sermayesi olduğu için, o işçinin ve diğer işçilerin iş gücünü satın alan ve o işçileri bir araya getiren iş veren, üretim araçlarının sahibi olan iş veren, yine o üretilen değerin büyük bir kısmına el koyacak.
Aslında rasyonel olarak hiçbir şeyin değişmediğini anladığın an, yani daha çok kazanmak için daha fazla teklif eden bir iş verenin yanına gittiğinde onun, senin ürettiğin değerden rasyo bakımından, yüzdelik bakımından daha fazlasını aldığını görmen seni, beni, hepimizi kaçınılmaz bir sona itiyor. “Kendi işinin patronu ol“. Benim en sevdiğim tabir.
“Kendi işinin patronu ol”, “kendi maaşını kendin öde”. Çok güzel, Her Şey Gridir isimli yazımda anlattığım gibi. Teoride her şey mükemmel ama pratikte her şey iş verene olursa o işlerde kim çalışacak? İşte kapitalist düzende sermayenin ve iş gücünün hareket biçimi tam da bu noktada düğümlendi. Bir de bu kilitlenmenin üzerine ekonomik krizleri buhranları enflasyonları ekleyince ortaya çıkan manzara bu:
Videonun yorumlarına da bakmanı istiyorum. Adama nasıl sövmüşler… adamın dediği şey ne, “abi ben 25 yaşına geldim, hala fedakarlık yapıyorum!” diyor, “hiçbir şey biriktirememişim” bizim zaten oturup bunu düşünmemiz lazım.
Şimdi işlerin iyi gittiği zamanları güzel gittiği zamanları düşünün, bu birazda içinde yaşadığımız kapitalist toplumların varlık ve bolluk zamanlarındaki genel davranış biçimi değil mi? Böyle zamanlarda hep ne dediler, “temellik etme çalış, ağustos böceği gibi olma, biriktir, kışa ve kara güne hazırla kendini, çalış”. Güzel, bunda hiçbir sıkıntı yok. Birkaç yazımda bir tekrar ediyorum; çalışmak kadar güzel ve onurlu başka bir şey yok zaten.
Ama şunu hiç düşündün mü? Senin, benim biriktirebilmemizin tek ihtimali bir başkasının israfçı olması veya kaybetmesi. Şimdi eğer iş verenin kaybederse büyük ihtimalle sen de zaten işini kaybedersin ama işverenin kârından kısarsa (ki bu sermayenin doğasına aykırı bir harekettir ve ucunda senden fazla verim almak veya başka bir motivasyon vardır) olduğu için bu davranış gerçekleştirilir… kısacası eğer iş verenin tutumlu olursa sen ancak dengeli bir hayat kurup, düşük standartlarda yaşamaya devam edeceksin.
Senin derdinin servet kazanmak olduğunu zannetmiyorum, milyarder olmayı düşündüğünü de zannetmiyorum ama bir kapitalistin senden farklı düşündüğü kesin çünkü o, işler iyi gittiği zaman, kazancı bol olduğu zaman, işlerin iyi gitmeyeceği zamanlarda ve kriz zamanlarında işçilerini seni, beni düşündüğü için biriktirme yoluna gitmez. Tam aksine ya kişisel servetini genişletir ya da kazancı aynı şekilde yatırım olarak tekrar işine yatırır ama senin benim ödevim farklıdır.
Burası çokomelli. Sen, ben işsiz kalacağımız zamanlarda dayanabilmek için veya ücretlerimiz, maaşlarımız düşürüldüğünde dayanabilmek veya buna katlanabilmek için biriktirmek zorundayızdır. “İhtiyat akçesi, yastık aldı, yedek akçe, kara gün parası” bu deyimlerin hepsi bu davranış biçimden gelir.
Şirketler, tüzel kişilikler iflas eder, der ki “kardeşim ben bayrağı çektim, borçlarımı devrettim” ama senin böyle bir lüksün yoktur. Çalışan bir birey olarak ya kendine ya da ailene karşı sorumlulukların vardır. “Ben iflas ettim kardeşim daha çalışmıyorum” diyerek temel ihtiyaçlarından vazgeçmezsin.
Yazının başını hatırla, yazının başında verdiğim büfe örneğinde olduğu gibi satışlar gırla olsun, ürettiğin ürünler beş kat satılsın, on kat satılsın hiç farketmez, senin cebine gene aynı oranda kazanç girer ama patron için zor zamanlar geldiğinde ya feda edilirsin ya da başka bir şekilde bedeli yine sen ödersin.
Yani seni bir köleden ayıracak olan şeyler, hakkın olan ve sana ait olan payla başarabileceğin şeylerin sayısı daha yüksek zevkelere sahip olmak, konferanslara katılmak, belki kitaplar alıp kütüphaneni yapabilmek, çocuklarını eğitebilmen, fuarlara, sinemaya, tiyatroya, dünya turuna çıkabilmen, sağlıklı beslenmen; yani uygarlığa katılabilmenin hangi yolları varsa, iyi günlerde bunlardan yararlanman değil de işte o “kara gün” denilen şey için kendini hazırlaman gerekir. Yoksullar olarak bu sana, bana verilmiş bir kapitalizm ödevidir. Bu yoksullaşan halk olarak bizim görevimizdir çünkü kapitalist üdzende bunalımlar ve krizler, ve bunların kaçınılmazlığı, herkesin bildiği ancak kimsenin konuşmadığı sırlardan-tabulardan biridir ne yazık ki.
Bu lafları bir lümpene veya kapitaliste anlattığın zaman sana dönüp der ki, “kimse sana altın, gümüş yap da parayı yastığının altına koy mu dedi veya git bankaya olduğu gibi yatır mı dedi? Yatırım yapsaydın kardeşim, gitseydin döviz alsaydın, hisse alsaydın, bono alsaydın”…. falan filan der ve seni susturmaya çalışır ama o lümpenin aslında yapmaya çalıştığı şey seni risk almamakla suçlamaktır.
Bir nevi kendin ve senden sonraki neslinin geleceğini neden tehlikeye atmadın diye sorar sana çünkü onun zihin dünyasında risksiz kazanç yoktur ve olamaz. Kendince haklıdır. Ona kıyasla bize, sana-bana düşük faizli krediler verecek bankalar, battığımızda vergi borçlarımızı silecek maliyeler, iflas ettiğinde kendi halkının emeğini çalmak pahasına kurtarılacak şirketlerimiz yoktur.
Zaten risk almaktan korkarız. Ne yaparız? Gideriz en büyük hataya düşüp bize ızdırap çektiren bu düzen ve sistemin birer tapınağı olan banklara bütün kazançlarımızı ve yatırımlarımız koyup dondururuz ki böylece ekonomik bunalım ve kriz zamanlarında bütün kazancımızı krizle birlikte batan bankalarla kaybedelim diye…
Oysaki o bolluk zamanlarında birilerinin sermayesinin sermaye katılsın diye, gücüne güç katılsın diye çalışmışızdır. Yaşamın birçok zevkinden feragat etmişizdir. Biriktirmişizdir ama kendimiz için değil. Üstelik başka bir dünya ve hep birlikte kurtuluş mümkünken.
İlk Yorumu Siz Yapın