Ücret politikaları. Maaş beklentisi. Sakat demokrasi. Önceden tanımlanmış tartışma alanları.
Transkript
Meşhur bir deyim var: “Pazardan aldım 1 tane eve geldim 1000 tane” bir de bunun farklı versiyonu var, adeta senin ve benim için yazılmış bir söz: “Atm’den aldım 1000 tane eve geldim 1 tane”.
Sözüm sana, eğer asgari ücret veya ona yakın bir maaş alıyorsan veya bunların iki katını alıp yine de aldığın maaşın sana yetmediğini düşünüyorsan merak etme, sen aç gözlü biri değilsin. Kaygılarımız aynı konuşacak şeylerimiz var demektir.
Büyük bir sermayedar hatta zengin ve işveren olmadığını farz ederek konuşuyorum ve sana sormak istiyorum; hayatın boyunca kendin dahil herhangi birinin ne kadar maaş alacağına karar verdin mi? Ben vermedim. Uzun bir süre daha vereceğimi zannetmiyorum. Eğer sende benimle aynı kaderi paylaşıyorsan bu yazının öznesi sensin.
Yine yazıya sana bir kaç soru sorarak başlayacağım;
- Soru 1: Senin ne kadar maaş alacağına neden bir başkası karar veriyor?
- Soru 2: Bu kararı verirken nasıl veriyor ve sana ne oranda danışıyor?
- Soru 3: Bu durumun sana bana daha çok yararı mı var yoksa zararı mı?
Eğer içinde bulunduğun kapitalist toplumda, toplumun o %5’ini oluşturan o zengin mutlu azınlığın içerisinde bulunmuyorsan, (ki bulunmadığını tahmin ediyorum) bu durum, yani senin maaşının ne kadar olması gerektiğini bazı komisyonların, departmanların, hayatın boyunca içinde bulunmadığın ve bulunmayacağın bir takım otoriterlerin karar vermesinin sana bana faydasının olmadığı çok net kesin.
Peki neden kapitalist devletlerde seçilmişler, atanmışlar veya mutlu azınlıklarlar, sermayedarlar ister bir meclis, ister bir komisyon altında toplanıp bir araya geliyor ve çoğunluğun, bizim ne kadar maaş almamız gerektiğine karar veriyor.
İster emekliler için olsun, ister asgari ücretliler olsun, ister memurlar olsun, isterse de devasa ölçekte büyük binlerce çalışanı olan “kurumsal” diye addedilen şirketler olsun… Neden bu insanlar kendilerinin kazancının ne olacağı konusunda belirleyici olabilme ayrıcalığına sahipken, sen ben bu ayrıcalığa sahip değiliz?
Bir lümpen veya kapitalist olarak basit bir mantık yürüterek şunu diyebilirsin, “eee Sevan öyle bir şey olursa o zaman bütün çalışanlar yüksek maaşlar talep eder”. Kesinlikle öyle olur, doğrudur.
Olur da eğer denklemi ters kurup tekrar düşünürsen, (burası çokomelli) o halde avantajı elinde bulunduran zenginler sana bana absürt oranda düşük maaşlar teklif edeceklerdir. Şu anda olmakta olan da budur zaten. Avantajı elinde bulunduranlar bize absürt oranda düşük rakamlar teklif etmektedir.
Yani eğer burda senin benim kazancımın ne olacağı konusunda belirleyici olan taraf avantajlı konumda olan karşı taraf ise, elbette o avantajlı olan tarafın statükodan vazgeçerek, avantajından vazgeçerek bize iyi imkanlar sağlaması umulamaz. Çünkü bu sermayenin ve sermayedarın doğasına aykırıdır. Bu ters mantığı işlettiğin zaman diyeceksin ki, “aaa hakikaten yaaa, şu anda bana sunulan rakamın absürt derecede az olmasının sebebi de bu aslında”.
Heh! O halde burada bunun nasıl yapıldığı, hangi yöntemler kullanıldığı, bunu kimin yaptığından ziyade, senin benim üzerine düşünmemiz gereken konu şu: Neden az ve mutlu bir insan toplusu halkın büyük bir kısmının yaşam standartlarını belirleme konusunda böyle kökten ve kuvvetli bir ayrıcalığa sahip?
Çünkü bize ne dediler, demokratik bir toplumda yaşıyorsun, seçim yapma hakkın var, sen liberal ve özgür bir insansın.
Peki sana soruyorum bundan bir önceki “Money is Money Baba” isimli yazıda bahsettiğim gibi, seni beni beş yılda bir sandığa davet edip, sözde demokrasiyi sandıkta tesis eden kapitalist düzen, yani sana bana noter muamelesi çeken düzen, güya beş yıllık vadede bizlere kimler tarafından yönetileceğimize dair “karar verme hakcığını” verirken neden yıllar boyu sürecek olan yaşam kalitemizi, hayat standartlarımızı ve geçim sıkıntısından uzak bir gelecek inşa etmemizin seçilmesi ve oylanması mümkün hale getirmiyor?
İşte asıl sorun ve soru burada yatıyor zaten. Bizler soyut bir demokrasi hikayesinin içerisinde refahı eritilmiş yoksul kalabalıklar olarak ,hayatımızın yarısını işgal eden çalışma günlerimiz boyunca metalaşmış emeğimizi maddeleşmiş emeğimizi ne kadara satabilceğimiz konusunda söz ve fikir sahibi olamıyoruz, olsak da bunu dile getiremiyoruz, getirsek bile ipleyen olmuyor ama kapitalist düzenin bize sunduğu sözde demokratik alanlarla yaratmış olduğu kısıtlı tartışma alanlarında polemiklere girip, polemiklerde kaybolup “daha iyi konuşana, daha iyi hitabeti olana, daha iyi karizması olana” bakıp “he tamam belki bu bizim için iyi bir gelecek inşa eder” diye bel ve oy bağlıyoruz.
İşte tam da sıkıntı buradan kaynaklanıyor çünkü kapitalist toplumun, ürettiği ürüne veya hizmete yabancılaşan işçi orduları yarattığı gibi hayatın her alanında, siyasette de toplum siyasete yabancılaşırken, daha da apolitik hale gelirken, siyasette senden benden yani toplumun gerçek ihtiyaçlarından uzaklaşıyor.
Senden bir ricam var. Yazıyı okumayı bırakabilirsin. Şu videoyu izlemeni rica ediyorum.
Belki okuyucularım arasında bu videoyu daha önceden izleyen vardır. Ben yine de videoyu kısaca anımsatayım. Fildişi Sahilinde ömrü boyunca kakao üretmek için çalışan yerli insanların yanına, elinde çikolatayla bir muhabir gidiyor. Bu yerliler topladıkları kakaonun nasıl bir ürün üretmek için kullanıldığına dair hiç fikir sahibi olmadıkları için, hayatlarında hiç çikolata yemedikleri için ve bu fırsata erişemedikleri için çikolatanın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorlar.
Onlara göre kakao sadece acı bir ham madde. Videonun bir kısmında günlük kazancı 7 Euro olduğu için tanesi 2 Euro olan o çikolatalardan daha önce hiç yiyememiş olan yerliler adeta şok geçiriyorlar ve yerlilerden biri tam şöyle bir cümle kuruyor: “Beyaz adam ağzının tadını biliyormuş”. Aslında burada beyaz diye kastettiği kendini sömürenler, zenginler, onu ürettiği ürüne yabancılaştıranlar, ücretinin ne olması gerektiği konusunda onun fikrine asla danışmayacak olanlar.
Şimdi yazıya dönecek olursak, bu yabancılaşma mevzusunu sende hayatının birçok alanında gözlemleyebilirsin. Sadece senin içinde bulunduğun ülkede de değil, kapitalist üretim süreçlerinin işlediği birçok ülkede (buna o tekstil devlerinin çocuk işçilerin sömürdüğü uzak doğu ülkeleri de dahil) 7’den 70’e birçok işçinin ürettiği mala ve hizmete yabancılaştığını göreceksin.
Bu durum kapitalist düzenin, kapitalist devletin ve kapitalist toplumun kaçınılmaz sonucudur.
Peki yazının ortalarına geldik düşünmeni istiyorum, sana bana o yazının başında bahsettiğim kısıtlı özgürlük ve tartışma alanlarımızda nasıl sloganlar öğrettiler?
“Yaşam tarzıma karışma!” “Özel hayatıma dokunma!” “Hayatıma müdahale etme!” bu lafları sen de daha önce herhangi bir otoriteye karşı kullanmış olabilirsin, birçok insanda kullanmış olabilir.
Ancak bu söylemelerin içini boşaltan onları siyasi bir zeminde komik birer talepler haline getiren şey, içinde bulunduğun ekonomik sistemin ta kendisi.
Tekrar söylüyorum, kalkıp diyorsun ki, “yaşam tarzıma dokunma, sosyal medyama dokunma, hangi kıyafeti giyeceğime sen karar verme, ne yapacağıma sen karışma” ama bir yandan asıl yaşam tarzını belirleyen şeyin yani emeğinin karşılığı olan ücretin önceki şimdiki veya sonraki seçilmişler ve atanmışlar tarafından tayin edilmesine izin veriyorsun! Bu ne yaman çelişkidir?
Oysaki piyasa serbestti, bizler “demokrat ve liberallerdik”. Kimi kapitalist devlette bize konuşma ve ifade özgürlüğü verilmişti, kimisinde verilmemişti. Her ne zaman senin benim talebim yaşam tarzıma dokunma derken ki sitemimiz sistemsel bir değişiklik haline geldi yani iyi bir ücretle insancıl yaşam talebine dönüştü, işte o zaman kapitalist devletlerin gölgelerde sakladığı jopları gün yüzüne çıkardığını gördük.
Unutma! Daha insancıl bir düzen, yani üzerimize doğru coşkun akan bu nehir ve o nehirle birlikte denizlere akan bizler, elbet bu düşük ücret tuzağından kurtulup refaha ulaşacağız. Başka bir dünya ve hep birlikte kurtuluş mümkünken.
İlk Yorumu Siz Yapın