Merhaba kıymetli okuyucum. Nasılsın?
Ufak bir aradan sonra beraberiz. Bu süreyi elbette her zamanki gibi okumakla, araştırmakla ve sana anlatacak yeni şeyler keşfetmekle geçirdim. Bu yazımda daha önce defalarca duyduğuna emin olduğum ama gerçeklik ile uzaktan-yakından alakası olmayan bir kolpadan bahsedeceğim. Bir ön kabulden bahsedeceğim.
“Çalışmayana ekmek yok !” kolpasını anlatacağım.
Aslında durum tam da tersi. Çalışmayana ekmek var. Gel seninle beraber bakalım, içinde bulunduğumuz bu düzende çalışmayanlar nasıl fırınlar dolusu ekmek yiyor.
Öncelikte, senin de iyi bildiğini düşündüğüm bir şeyden bahsedeceğim. Her toplumun içinde çalışmayanlar ve çalışamayanlar elbette vardır.
Öncelikle şunun ayrımını iyi yapalım. Çalışamayanlar denilen şey ayrıdır, çalışmayanlar denilen şey ayrıdır.
Peki kimdir bu çalışamayanlar?
Yaşlılar, çalışamayacak kadar engelli olanlar, hastalar, çocuklar vb…
Peki kimdir bu çalışmayanlar?
Tam da burada şu üçgene göz gezdirmeni istiyorum. İşçiler, İşverenler ve Tüketiciler, ki tüketiciler aslında işçiler ve işverenlerin toplamıdır.
Bu durumda aslında üretime katılan sadece 1 taraf vardır, bu taraf İşçilerdir. Tüketime katılan ise 2 taraf vardır, işçiler ve işverenlerin toplamından oluşan Tüketiciler.
Peki bunu anlamak neden önemlidir, çünkü eğer üretimin sebebini ve üretimi kimin yaptığını anlamaz isek bu “çalışmayana ekmek yok” kolpasındaki çalışmayan insanların, parazitlerin, nasıl bizim kanımızı emdiklerini anlayamayız.
Üretimdeki Ponzi sistemi
Şimdi. Basit olarak anlatacağım, çok dikkatlice okumanı istiyorum. Senden çalışarak geçinen bir bireyi, işçiyi düşünmeni istiyorum. Bu kişi bir üretimhaneye girip, bir ürün veya hizmet ürettiğinde ihtiyacından fazlasını üretmek zorundadır, ki o ihriyaç fazlası çıktı, yani artı değer olarak adlandırılan şey sermayedar tarafından alınıp üzerine kâr konularak satılabilsin.
Günümüzde neredeyse bütün işletmeler bu model üzerine çalışır ve üretim yapar.
Halbuki biz şunu biliyoruz. Sosyal adaletin olduğu toplumlarda, o çalışamayan yaşlılar, çocuklar, engelliler ve hastalar için bizler, sağlığı kuvveti yerinde olan insanlar çalışırız ve kendimiz dahil, onların da ihtiyaçlarını üretimdeki ihtiyaç fazlası ile karşılarız.
Ancak bu modelde, içinde yaşadığımız kapitalist modelde, sosyal adalet denilen şey yok edildiği için, o ihtiyaç fazlasına birileri kâr adı altında, kazanç adı altında el koymaktadır ve el koyduğu ürünü-hizmeti satışa çıkarmaktadır.
Ekonomik Deneyler
Biraz geriye gidelim. İnsan emeğine makinelerden daha çok ihtiyaç duyulduğu dönemde, insan denilen şey üretimde kullanılan makinenin kendisiydi. Üretim aracıydı. İnsanlar birer araç olarak kölelik adı altında alınıp satılıyordu. Mülkiyete geçiriliyordu.
Bugün daha az olmak kaydı ile bu durum yine böyle.
Ardından bu düzen gitti ve yerine ağa ve maraba düzeni geldi. O düzende en büyük üretim aracı olan toprak, ağanın elindeydi. Toprağın üzerinde çalışan marabanın ürettikleri de ağanın elindeydi.
Sonra bu düzen de yok oldu ve yerine işçi-işveren düzeni geldi. Bu düzende işçiler sözde “kimsenin malı değil” idi. Toprak, genelde yurttaşların tamamına, kamuya ait oldu. Lakin aynı zamanda özel mülkiyet de varlığını sürdürdü. Ancak bizim emeğimiz ve o emek ile üretilen ürünler ve hizmetler işverenlerin, patronların mülkiyetinde kalmaya devam etti, ediyor.
İşte bu yüzden sermaye düzeninde yurttaşlar birer köle, patronlar ise lordlar olarak anılmaya başlandı.
Benim çok yazıda tekrar ettiğim bir cümle var.
Mesele, herkesin aç kalktığı bir sofradan karnın doymadan kalkman değil, mesele herkesin tıka basa doyduğu bir sofradan aç kalkmandır.
Yukarıda adını andığım bütün ekonomik düzenler, köle-efendi düzeni, ağa-maraba düzeni, içinde bulunduğumuz sermaye düzeni şu sorulara yanıt aradı ve deneysel çözümler üretti; kim çalışacak, kim çalışmayacak ve tüketiciler ile çalışamayan insanların ihtiyacı nasıl karşılanacak….
Tekrar söylüyorum. Tüm bu düzenler birer deneydir ve bu deneyler ile bu sorulara yanıtlar aranmıştır.
Fakat sermaye düzeni ile, diğer düzenler arasında keskin bir fark vardır. Sadece sermaye düzeni insanların çoğunluğunun refahı aleyhine çalışırken onlara eşitlik, huzur, refah, adalet ve çalışan için zenginlik vaad etmiştir. Bu aptalca bir dümendir.
Sadece kapitalistler insanları böyle aptal bir yalana inandırmanın peşindedir.
İşte üretimdeki bu ilişkilerin nasıl yürütüleceği, yani ihtiyaç fazlası üretimin en verimli şekilde topluma nasıl pay edileceği konusunda piyasa ve gizli bir el soyutlamasından başka kapitalizmin bize sunduğu başka bir çözüm yoktur.
Geliyoruz yazının sonlarına.
İşte, anlattığım tüm bu durumlardan ötürü her toplumda ufak bir azınlık hiç üretime katılmadığı halde üretimden gelen bu ihtiyaç fazlasından neredeyse bütün payı almaktadır. Bu pay o kadar fazladır ki;
Yeryüzündeki 650 insan, geri kalan 3.5 milyar insanın zenginliği kadar servete sahiptir.
Bu korkunç bir düzendir ve bu sermaye düzeninin bize böyle bir adaletsizlikten gayrı, böyle bir çılgınlıktan gayrı vaadedecek hiçbir şeyi kalmamıştır.
Bu düzen tükenmektedir. Şimdi, kapitalizmin ötesine geçmek ve geçmişte denenmiş sistemlerden daha iyisini yapmanın vaktidir.
Bu bir gerekliliktir çünkü bizler, çalışanlar olarak, teknoloji çok gelişip de robotlar üretimi tamamen devralana kadar insan emeğine üretimde ihtiyaç duyacağız. O sebeple sadece kendi ihtiyaçlarımız ve toplumun çalışamayan kısımları için üretilmesi gereken ihtiyaçları karşılamak adına emek sarf etmeye devam edeceğiz.
Üstelik bunu yapmak varsayılanın aksine o kadar kolay ve mümkündür ki, kaynak temelli, nüfus temelli hesaplamalar ile ne ürüne ne miktarda ihtiyaç olduğu konusunda hesaplamalar yapabiliriz. İhtiyaç fazlası üretimi en iyi şekilde örgütleyebiliriz.
Lakin planlamanın olmadığı, karşı rekabetin olduğu, tekellerin olduğu, kaynak savaşlarının olduğu ve beraberinde de aşırı üretim krizlerinin olduğu bu aptal kapitalist düzen bizim doğmamış çocuklarımızın geleceğini çalmakta ve onları borçlandırmaktadır.
Halbuki, üretimdeki sıradan bir insanın kaygısı nedir? Geçinebilmektir. Ailesi ve çocukları için, sevdikleri için güven dolu iyi bir gelecek hazırlayabilmektir.
Gayet mümkün olan böyle bir talebi, böyle bir isteği, içinde yaşadığımız bu düzen neredeyse imkansız hale getirmektedir.
Artık bir yuva kurmak, barınabilecek bir ev sahibi olmak, iyi eğitim alabilmek, sağlıklı beslenebilmek, yavaş yavaş dünyanın her yerinde lüks hale geliyor, üstelik başka bir dünya ve hep birlikte kurtuluş mümkünken.
İlk Yorumu Siz Yapın